Hz.Ebu Bekire (sav) Beni Saide çardağında biat edilmesi

biat-etmek12 Rebiülevvel H. 11 Pazartesi.[65]

Ehl-i Sünnet’e göre, Hz. Peygamber (a.s.) vefat ettiğinde ardında (1) yaşanmış,uygulanmış ve tesbit edilmiş bir din, (2) “siyasî bir yapı” niteliğini de kazanmış bir İslâm ümmeti ve (3) -hukuku korunması, sevilip sayılması gereken- Ehl-i Beyt’ini bıraktı, “siyasi bir hanedan” değil.[66] Dinin devamlılığı, her bakımdan sarihtir/ bedihidir. Ashab, ümmetin “siyasî yapı” niteliğinin de devam etmesi konusunda icmâ’ etmiştir. Bu nedenle ashab, ilk iş olarak Peygamber Efendimiz’in (a.s.) teçhiz ve tekfinine değil, ona (s.a.v.) halef seçme işine yönelmiştir.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), ensarın Sakîfetü Benî Sâide’de toplanarak halife seçimi konusunu görüştüğünü öğrenince Hz. Ömer’le (r.a.) birlikte oraya gitti. Ensâr, muhâcirlere: “Bir başkan sizden, bir başkan bizden olsun” diyerek -Benî Sâide’nin nakîbi- Sa’d b. Ubâde el-Hazrecî el-Ensârî’ye (v. 15 veya 16/636 veya 637) biat edilmesini istedi. Muhâcirler: “İmâmlar Kureyş’tendir” ( 67 ](الأئمة من قريش ] hadîsiyle bu teklifi reddettiler ve: “Peygamber (a.s.) bize, sizin iyilerinize iyilikte bulunmamızı, kötülerinize karşı müsamahalı davranmamızı vasiyet etti. Eğer emîrlik (hilâfet) sizde olsaydı, sizin hakkınızda vasiyette bulunmazdı”:

( أن النبي صلى الله عليه وسلم أوصانا بان نحسن إلى محسنكم ونتجاوز عن مسيئكم ولو كانت الامارة فيكم لم تكن الوصية بكم

açıklamasını yaptılar. Ensâr da iki başkan fikrini bırakıp Sa’d b. Ubâde’ye biat edilmesinden vazgeçmiştir.Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.), İslâm birliğini sağlamak için tek lider etrafında toplanmak gerektiğini izah etti. Aday olarak da Hz. Ömer’le (r.a.) Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı gösterdi. Fakat sahabeler onun halife olmasını uygun görerek Mescid-i Nebevî’de kendisine biat ettiler: Ashap, on küsur gün süren hastalığı boyunca Hz. Peygamber’in (a.s.), Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) namaz kıldırmasını emretmesini,[68] dünyevî siyasetin yürütülmesine; yani devlet başkanlığına da vekil tayin ettiğinin delili kabul etmiştir. Ashap: “Hz. Peygamber (a.s.) bizim dinimiz için ondan razı olmuştur. Biz niye dünyamız için ondan razı olmayalım” diyerek Hz. Ebû Bekir’i (r.a.) halîfe seçmiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.), takip edeceği siyasetin genel esaslarını ortaya koyan meşhur hitabesinde Müslümanların en iyisi olmadığı halde onlara başkan seçildiğini ifade ederek doğru hareket ederse kendisine yardım etmelerini, yanlış davranırsa doğrultmalarını, Allah’a ve Resulü’ne itaat ettiği müddetçe Müslümanların
kendisine itaat etmelerini istedi. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) halife olduktan sonraki ilk icraatı, Üsâme b. Zeyd’in (r.a.) kumandasında sefere hazırlanan orduyu göndermek olmuştur.[69]
Hilâfet

Sözlükte “birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, birinin ardından gelmek/gitmek, yerini doldurmak, vekâlet veya temsil etmek” gibi anlamlara gelen hilâfet kelimesi, terim olarak İslâm devletlerinde Hz. Peygamber’den (a.s.) sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. Halîfe de (çoğulu hulefâ, halâif) “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse” demektir ve devlet başkanı için kullanılır.[70] “Halîfetu Resûlillah” (Allah Elçisi’nin Halîfesi) unvanı ilk olarak Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) verildi.[71] Aslında bu unvan devlet başkanlığına yani emîrliğe karşılık gelir.

İlk önceleri Hz. Ömer’e (r.a.), “Halîfetu Halîfeti Resûlillah” (Resûlullah’ın halîfesinin halîfesi) denilmiştir. Bu unvanın uzunluğu, sonradan daha da uzayıp anlaşılmaz ve karışık hale geleceğinden ötürü sahâbeler, ona “emîrü’l-müminîn” demeye başladılar.
Halîfelik, dini korumak ve dinin gereklerine göre dünya işlerini yönetmek (siyaset) konusunda Hz. Peygamber’e (a.s.) vekalet etmektir. Bu makam “hilâfet” ve “imâmet” olarak, bu makama gelenler ise ‘halîfe’ ve ‘imâm’ olarak isimlendirilir. İmâm denilmesinin sebebi, kendisine tabi olunması ve örnek alınıp uyulması noktasında namaz kıldıran imâma benzemesinden dolayıdır. Bu yüzden, İslâm kaynaklarında devlet başkanlığına; yani halîfeliğe; ‘büyük imâmet’ (imâmet-i kübrâ/imâmet-i uzmâ) denir. Böyle denilmesinin başka bir nedeni halîfeliği, cemaatle
kılınan namazlardaki imâmlıktan ayırmak içindir. Halîfe olarak isimlendirilmesinin sebebi ise ümmet içinde Hz. Peygamber’e (a.s.) halef ve vekil olmasından dolayıdır. Bu kişiye genel olarak halîfe veya ‘halîfetu Resûlillah’ (a.s.)/Hz. Peygamber’in (a.s.) halîfesi denir.

Bu makama gelene, “Allah’ın halîfesi” ( خليفة الله ) denilmesi konusunda iki görüş bulunmaktadır:
ı- Bazı âlimler, insanın yeryüzündeki genel hilâfetini bildiren: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım”,[72] “sizi yeryüzünün halîfeleri yapan…”[73] meâlindeki âyetlere dayanarak bu isimlendirmeyi câiz görmüştür.
ıı- Ulemânın çoğunluğu ise âyetlerin bu manaya gelmediğini ifade ederek bu isimlendirmeyi câiz görmemiştir.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) kendisine bu şekilde hitap edilmesini yasaklayarak şöyle demiştir:
“Ben Allah’ın halîfesi değil, Allah’ın elçisinin halîfesiyim” ( لست خليفة الله ولكني خليفة رسول الله صلى الله عليه وسلم ). Zira gâib/hazır olmayana halef olunur, hazır bulunana halef olmak söz konusu değildir.

Bir imâmın/halîfenin bulunması farzdır. Bütün İslâm mezhepleri ve fırkaları hilâfetin farziyeti konusunda ittifak etmişlerdir.[74] Şer’î olarak bunun farz oluşu, sahâbenin ve tâbiinin icmâ’ı/görüş birliği ile sâbittir. Çünkü Hz. Peygamber a.s.) vefat edince, ashâb hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) biat etmiş ve din ile devlet işlerinin idaresini ona teslim etmiştir. Daha sonraki dönemlerde hep aynı şey olmuştur. Hiçbir dönemde insanlar, halîfesiz olarak başı boş bırakılmamıştır.
Böylece bir imâmın/halîfenin tayin edilmesinin farz oluşuna işaret eden icmâ’ yerleşip sâbit olmuştur.[75]
Hz. Peygamber’e (a.s.) vahiy geliyor ve insanlar o vahiy ile birlikte ona itaat ediyordu. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) siyasî otoritesi ise böyle bir metafizik bilgi temeline değil, insanların seçimine dayanıyordu. İnsanlık tarihinde böyle bir geçişi gerçekleştirebilen ikinci bir dinî gelenek yoktur.
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) iki yıllık liderliği, bu konuda, belki de İslâm tarihinin en kritik dönemini oluşturur. Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde yapılan savaşlar da aslında böylesi bir geçişin temellendirilmesine yöneliktir. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yalancı peygamberlerle savaşı, artık metafizik bilgi temeline dayalı bir siyasî otoritenin iddia edilemeyeceğini, Hz. Peygamber’le (a.s.) birlikte bunun sona erdiğini tescil etmiştir. Zekât vermeyenlerle yapılan savaş ise Hz. Peygamber’in (a.s.) beşeri otoritesinin seçimle işbaşına gelmiş olan Hz. Ebû Bekir’de (r.a.) aynen devam etmekte olduğunu ve bundan sonra gelecek olanların da bu rasyonel temel üzerinde meşruiyet iddia edebileceklerini bir anlamda garanti altına almıştır.
Bu geçişin doğru idrak edilebilmesi İslâm dünyasındaki siyasî meşruiyet meselesinin anlaşılabilmes iaçısından özel bir önem taşımaktadır.[76]
Halîfe devletin başıdır ve Medine’de bulunan Müslümanlar tarafından tesbit ve tayin edilmiş, daha sonra da diğer vilâyetlerde bulunan Müslümanların biati alınmıştır:

1- İlk dört halîfeden Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ali (r.a.) Medine halkının seçimiyle,
2- Hz. Ömer (r.a.) halef bırakılmak suretiyle,
3- Hz. Osman (r.a.) da şûra yoluyla hilâfete/iktidara gelmiştir.

Hiçbir halîfe, ölümünden sonra yerine geçecek halîfeyi belirlerken kendi ailesinden birini düşünmemiştir.
Hicaz bölgesinde bir devlet geleneğine sahip olmayan ilk Müslüman Arapların bütün dünyada eski çağlardan beri uygulanan verasete dayalı aile iktidarı düzenine ilgi göstermemeleri dikkat edilmesi gereken önemli bir gelişmedir. Adına devlet denilsin veya denilmesin, İslâm ümmetinin “siyasî yapı” niteliği, Hulefâ-yi Râşidîn döneminde istikrar kazanmış, yönetenler değişse de temel niteliği “hilafet devleti” olarak onlarca asır varlığını sürdüre gelmiştir.


Kasım Şulul, Son Peygamber Hz. Muhammed’in (a.s.) Hayatı, 2014, ss.907-910

[65] İbn Sa’d, III,186; el-Mes’ûdî, Murûcü’z-Zeheb, II,325.
[66] Hem: “…Deki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir
iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir” (eşŞûrâ Sûresi 42/23) meâlindeki âyet hem Hz. Peygamber (s.a.v.), Ehl-i Beyti’nin maddi-manevi hukukunun muhafazasını İslâm ümmetine tavsiye etti. Peygamberler, vehbî olan peygamberlik vazifesini yerine getirip her türlü meşakketine katlanmaları nedeniyle: “Ey kavmim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum” meâlideki âyette (Yunus Sûresi 10/72; Hûd Sûresi 11/29,51; eş-Şuara Sûresi 26/109,127,145,180; Sebe’ Sûresi 34/47) dile getirildiği gibi bir ücret istemezler. İslâm ümmetinin Hz. Peygamber’in (a.s.) Ehl-i Beyti’nin hukukunu muhafaza ettiği, -bir kesime ve tarafa mahsus olmayan iktidar mücadelesinin acımasız tabiatının sonuç verdiği bazı elim istisnalar dışında aşikardır. İslâm ümmetinin kahir ekseriyetini oluşturan Sünnî İslâm dünyasında ortaya çıkan ve gelişen Nikâbetü’l-Ensâblık ve Nikâbetü’l-Eşrâflık gibi müesseseler bunun kanıtlarındandır. İnsanlık aleminde özde iktidar mücadelesi olan girişimlerin sûret-i hakla ortaya çıkması, hak olan bazı meşru taleplerin ise yöneticiler tarafında iktidar mücadelesi olarak telakki edilmesi ve elim olaylara neden olması nadir ve belirli bir çevreye mahsus durumlar değildir.
[ إِنَّ هَذَا الأَمْرَ فِي قُرَيْشٍ) ,(لا يَزَالُ هَذَا الأَمْرُ فِي قُرَيْشٍ) [ 67 ) ve ( النَّاسُ تَبَعٌ لِقُرَيْشٍ فِي هَذَا الشَّأْنِ ) gibi ibarelerle başlayan ve aynı meâlde hadîsler en muteber hadîs kitaplarında rivâyet edilmiştir. Mesela bkz. Buhârî, “el-Menâkib”; “el- Ahkâm”; Müslim, “el-İmâre”.

[68] Buhârî, Ezan, 47; Müslim, Salât, 97 el-Kettânî, Resûl-i Ekrem’in Yönetimi, I,146.
[69] İbn Haldûn, I,204-207,230-232; M. Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X,103.
[70] C. Avcı, “Hilâfet”, DİA, XVII,539.
[71] İbn Sa’d, III,183,187,281; Belâzürî, Ensâb, II,186-187.

[72] el-Bakara 2/30.
[73] el-En’âm 6/165.
[74] Halîfeliğin farz olmadığını söyleyenler ise çok küçük bir grup olup bunlar, Haricîler’in –sekiz kolundanbiri olan- Necedât kolu ile Mu’tezile’den Ebû Bekr Abdurrahmân b. Keysân el-Esam’dır ( الأصم : v.200/816): Bunlar, “ashâb ve tabiînin icmâ’ı ile bir halîfenin bulunması farzdır” ilkesine aykırı bir yol tutmuşlardır. Bu kimselere göre farz olan, sadece dinî hükümleri tatbik etmektir. İslâm toplumu işlerini adâlet üzere yürütür ve Yüce Allah’ın kanunlarını tatbik ederse bir imâma ihtiyaç duyulmayacağı gibi, bir imâmın tayin edilmesi de farz olmaz. Bu konuda sâbit olan icmâ’ onların söylediklerini geçersiz kılmaktadır.
[75] İbn Haldûn, I,202-203.
[76] Ahmet Davutoğlu, “Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi”, İSAV İlmî Toplantılar Dizisi: “İslâm ve Demokrasi”, İstanbul 2000, s.127-128.

 

admin

Comments are closed.